2 Mayıs 2016 Pazartesi

KALAN




Bir şey kaldı gecelerden birinde
Senden,
Öncesinde bilinmemiş bir şey,Silinmez bir ses gibi giden..Kelimelerden büyük, kelimelerin içinde,Bir şey kaldı sendenYaşamalar'ın arasında kaçamaklı. Veriliş rengi başka, alınış rengi başka..Söylemeye vakit kalmadanDudakların altına bırakılmış bir şey.Karanlıkların tam ortasında bir kırmızı nokta..Gözlerce pırıl pırıl, ellerce saklı. Bir şey kaldı, bir denizin kıyısında senden,Bakışlarla yüklü, söylemelerle sessiz..Seninle dolu, seninle sensiz bir şey..Arandıkça bulunmamış yıllar yılı,Bulundukça aramaklı.

20 Nisan 2016 Çarşamba

YENİ ŞİİR




Yeni şiir başka, yeni şair başka… Yeni şiir dıştadır, yani bugün yeni şiir denilen şey, dış bakımdan eski şiire benzemeyen şeydir: değişik kalıpta; ama öz değişmemiş olabilir. Yeni şair ise şiire, kendisinden önce gelenlerin eserlerinde bulunmayan bir öz getirmiş olan adamdır. Onun şiiri dıştan bakılınca, eski şiire tıpkı benzeyebilir. Nedin de Bakigibi, Naili gibi gazeller,  yazar, kaside hem de hep o konular üzerinde yazar. Ama içten bakınca onun şiirinin Baki’nin şiirinden, Naili’nin şiirinden apayrı olduğunu görürsünüz: “Bu söz Nedim’in sözüdür” dedirten bir hali vardır. Galip için de bunları söyleyebiliriz. Nedim ile Galip edebiyatımızda birer yeni şairdir, bütün büyük şairler birer yeni şairdir. Yeni şairin başlıca vasfı eskimemektir. Nedim eskiyemez, Galip eskiyemez. Villon, Hugo, Rimbaud eskiyemezler. Yahya Kemal eskiyemez (yani ben onun yeni bir şair olduğuna, yeni bir şair olduğu için de eskiyemeyeceğine inanıyorum.)
Yeni şiir ise eskidir. Bir zamanlar gazel yazmak da elbette yeni, yepyeni, züppelik sayılacak bir şey olmuştur; aradan yıllar geçip de herkes alışınca gazel yazmak eskimiştir. Vezinsiz, kafiyesiz şiir yazmak elli yıl sürerse, o çeşit şiirlere ama bizim için eski bir aşinadır. Bir de İstanbul’un bizim çocukluğumuzdaki bir tahtası kalmadı. Edebiyat-ı Cedide bize ne kadar köhne geliyor…
Böyle söylemekle yeni şiiri, vezinsiz, kafiyesiz şiiri kötülemek mi istiyorum? Hayır, onu ne kadar sevdiğimi yıllarca söyledim durdum. Şairin keyfine karışmam: Vezni, kafiyeyi ister kullanır, ister kullanmaz. Ama bir şiiri vezinsiz kafiyesizdir diye ille yeni bulanlardan da değilim.Vezin, kafiye dış kalıplardır. Bir dış kalıp olduğu gibi bir de iç kalıp vardır. Bugünkü şairlerimizi incelediğimiz zaman bulduğumuz ortak vasıflar iç kalıptır. Dış kalıp nasıl eskirse iç kalıp da öylece eskir. Diyelim ki bugünkü şiirin, genç şiirin başlıca vasfı, bazı kimselerin söyledikleri gibi yaşamak sevgisi, yaşamaktan duyulan hazdır. Gün gelir, bu konudan bezilir, yaşamaktan duyulan hazzı söylemek eskir. Öyle ise yaşamak hazzı, bugünkü şiirin iç kalıbıdır: vezinsizliği kafiyesizliği gibi onun üzerinde de çok durmaya değmez. Yarın eskiyecek bir yenilikten bana ne? Ben ona yenilik dersem bundan yüz yıl sonra gelecek insanlar: “Şuna da bak! Bu kadar eski bir şeye yeni diyorlar!” demezler mi? Benim bugün yeni sayacağım şey, bundan beş yüz yıl, bin yıl sonra da yeni gözükmelidir.Gerek bugün, gerek bundan bin yıl sonra yeni gözükecek şey ise ancak bir şairin, bir sanat adamının kişiliği, kendinden başka kimsede bulunmayan vasfıdır. Yeni şair Homeros, yeni yazar Montaigne…O yenilik eskimediği gibi ona benzemek de kimsenin elinden gelmez.Bir şairin, bir sanat adamının nasıl değeri herkesten başka olmasında, kimseye benzememesindedir demek istiyorum? Şair, sanat adamı bana hiç benzemiyorsa, yalnız kendini söyleyip de beni söylemiyorsa ondan bana ne? Ben bir sanat eserinde kendi sevinçlerimi, kendi acılarımı görmeliyim ki ona ilgi gösterebileyim, onu anlayabileyim. Yoksa bana büsbütün yabancı kalır. Onun karşısında bir şaşkınlık duyabilirim, ama sevemem, kendi hayatıma karıştıramam.Hayır, bir sanat adamının kişiliği herkesten başka olmasında değil, herkesle bir olmasındadır. Yalnız kendisinde bulunan bir şeyi söyler, ama onu söyleyen bütün insanları söyler. Yalnız kendine vergi olan bir söyleyişi vardır ki, onda her insan, küçük büyük her insan kendini bulabilir. Yeni şair: “Malumdur benim suhanım mahlas istemez” diyebilen, bunu haklı olarak söyleyebilen adamdır; ama bu: “Benim şiirimde yalnız ben varım” demek değildir: “Benim şiirimde bütün insanlık vardır, ama bunu ancak ben böyle söyler, sezdirebilirim” demektir.Öyle ise yeni şair, yeni sanat adamı insanda, kendisinden önce bilinmeyen birtakım duygular bulan, yahut o duyguları yaratan kişi midir? Hayır, hiçbir sanat adamı insanlıkta yeni bir duygu bulmaz, yeni bir duygu yaratmaz. Zaten var olan duyguları söyler. Ancak öyle söyler ki biz o duyguların, o şairin söylediğinden başka türlü söylenemeyeceğini, o şairin o duygulara en uygun deyişi bulduğunu sanırız. Yeni şair eskimeyen, ölmeyen yeni şair, bir dil arasından insanlara kendilerini en iyi anlatacak, sezdirecek şekiller bulmuş olan adamdır.


NURULLAH ATAÇ

ARKADAŞTAN ÖTE

 Dostluk konusunda düşündüğüm zaman, hep şu noktayı göz önünde tutmalı diye düşünürüm: Acaba dostluğu arattıran sebep güçsüzlük veya ihtiyaç mıdır? Acaba karşılıklı yardımlaşmaya girişirken insanların amacı tek başlarına pek başaramayacakları şeyi bir başkasının yardımıyla elde etmek, sırası gelince karşılığını yapmak mıdır? Yoksa bu yardımlaşma dostluğun özelliğidir de, dostluğun daha derin, daha asil, sırf doğanın (tabiatın) yarattığı başka bir neden mi vardır? Dostluğa adını veren sevgi, insanların yakınlık duygularıyla birbirine bağlanmasında başlıca nedendir. Çünkü çıkarlar çok kez kendine dost süsü veren ve durum gerektirdiği için saygı, ilgi gösteren insanlardan bile elde edilebilir, oysaki dostlukta hiçbir şey yalan ve yapmacık değildir, her şey gerçektir ve içten gelir. Bu yüzden, sanırım, dostluğu gereksinme (ihtiyaç) değil, doğa yaratır. Dostluğun doğuşunda, ondan ne çıkarlar elde edileceği düşüncesinden çok, ruhların sevgi ve bağlanması var…
Cicero
Birçokları kendilerinin yapamayacakları şeyleri dostlarında aramaktan -haydi sıkılmıyorlar demeyeyim de- hataya düşüyorlar diyeyim. Dostlarına vermedikleri şeyleri onlardan istiyorlar. Halbuki önce iyi insan olmak, sonra kendine benzeyeni aramak doğru olur. Deminden beri söylediğim sürekli bir dostluk ancak şu kimseler arasında sağlamca kurulur: Yakınlık duygularıyla birbirine bağlanmış insanlar önce başkalarının esiri olduğu ihtirasları yenecekler, sonra doğruluk ve adaleti sevecekler, birbirleri için her şeyi yapacaklar, ama birbirlerinden şerefli ve doğru olmayan hiçbir şeyi istemeyecekler, aralarında yalnız sevgi ve beğenme değil, saygı da bulunacak. Çünkü dostluktan saygıyı kaldıran onun en büyük süsünü kaldırmış olur. Bunu sananlar, tehlikeli şekilde yanılırlar. Doğa, dostluğu erdemin yardımcısı olsun diye vermiştir, hataların yardakçısı olsun diye değil, onun amacı şudur: erdem tek başına en yüksek katına erişemediğine göre, ortaya başkasıyla birleşip ortak olarak erişsin. Bu türlü bir birlik bazı insanlar arasında, var olmuş veya olacak ise, bu, onları katıksız iyiliğe götürecek en iyi ve en mutlu birlik sayılmalı. İşte, bence, insanların peşinde koşmaya değer sandıkları her şeyi, şerefi, ünü, ruhun sükunet ve sevincini içine alan birlik, bu birliktir. Bütün bunlar var olunca, hayat mutluluk doludur.

BİR ÜÇ BEŞ/ ATTİLA İLHAN




desen ki denizin tuzu
çiğ düşmüş kadife donlu patlıcanlar
desen ki kendilerinden karga çığlıklarıyla kaçanlar
en fakiri en zengini çirkini ve orospusu
seni unutmuş olsun
sen ki üşümüş gökte o yalnız bulutsun
kıskanmadığın cömert bir maviliğin ortasında o
bildiğin yalnızlığın ellerinden tutmuşsun
desen ki unutulmuşsun

denizler kızılca kıyamet akıp geçiyor
zamana karşı geliyorsun
bir üç ve beş leylekler artık gitti
şimdi seni artık karanlıkta bir liman çekiyor
unutulduğun unutulmadığın bilinmediğin bir liman
bir üç ve beş derken şişede rom bitti
sen yaşamaya başladığın zaman

üşümüş gökte o yalnız bulut
kendini hiç yerinde hissetmiyeceksin
keyif senin
istersen talihini billur akıntılarla bir tut
ellerini göğsüne kavuştur
doğu batı kuzey güney diyerek
koştur
bir üç ve beş istersen rom kadehleri gibi
nasıl ki unutulmuşsun
devril
ve bitir maceranı

SABIR TAŞI/NECİP FAZIL KISAKÜREK



Bir genç kız, uyurken, bir kuş tarafından sarayın penceresine bırakılır. Rüyasında ona, şehzadenin başında kırk gün, kırk gece bekleyeceği ve sonra da muradına ereceği söylenir. Uyanır kırk gün kırk gece bekler. Son gece, bir korsandan, sattığı bir cariyeyi, bie elmas vererek kurtarır. Birbirlreine hikayelerini anlatırlar. Cariye, yalancı ve haindir. aslında korsan da ondan kurtulmak istemiştir. Genç kız da hikayesini anlatır. “Kırk gecedir bu saraydayım, bu günün akşamına doğru şehzadenin uyanacağını umuyorum. Sen biraz başında bekle de, ben kırk gündür hiç bir yanını göremediğim sarayda biraz gezeyim” der. o gittikten kısa bir müddet sonra şehzade uyanır. Şehzade, ağır bir hastalığa yakalandığını, ölmek istemediğini ve ona, “Yalnız kırk gün kırk gece için öleceksin” dendiğini anlatır. Uykusunda, kendisini kırk gün kırk gece bekleyen genç kızla evlenmeye söz vermiştir. Şehzade “Ey rüyalarımın kızı, beni burada kırk gün kırk gece bekleyen sen miydin?” diye sorunca, cariye “Seni ben bekledim” der. O esnada gelen gen kızı cariyesi olarak tanıtır.
Sultan, muhteşem bir düğün yaparak cariye ile evlenir. Cariye genç kıza sürekli eziyet etmektedir. Onu kırk katırla, kırk satırla cezalandırmak için bahane aramakta, fakat bulamamaktadır. Genç kızı Zebellahi denilen bir insan azmanı ile evlendirmeye çalışmaktadır.
Bir gün sultan gemi ile hacca gider. Genç kızdan ne hediye istediğini sorar. Kız “Sabır taşı” der. Sultan, mercimek tanesi büyüklüğündeki sabır taşını getirir. 
Kız, bir gün başından geçenleri sabır taşına anlatmaya başlar. “Sen olsan dayanabilir miydin” der. Sabır taşı, kız anlattıkça şişer, büyür, sonunda çatlar.
Şehzade bütün olanları kapının anahtar deliğinden görür. Baştan beri gözünün tutmadığı cariyeye mütkiş öfkelenir. Şehzade: 
-Başka tek söz istemiyorum, der. Ya kırk katır, ya kırk satır! 
Cariye yine yüzsüzlük yapar ve inciler, ipekler, atlaslar yüklü kırk katırla ülkesine gönderilmek ister. Sultan, kırk katırın kuyruğunda parçalanma emri verecektir ki, genç kız söz ister. 
-Efendimiz! Sizden bi dileğim var!

-Dileğin, dileğim olsun!
-öldürmeyin sultanım! Ona kırk katır verin! Katırlar, ipek, sırma ve inci yüklü olsun! her gittiği yerde “İşte sultan böyle olur desinler!

18 Nisan 2016 Pazartesi

DİLİMİZ ÜZERİNE / NURULLAH ATAÇ



Dilimiz konuşma dilimizden çok yazı dilimiz yıllardan beri yüzyılı aşkın bir zamandan beri durmadan değişiyor. Değişmesini bir dileyen oldu bir buyuran oldu diye değil değişmesi gerektiği için değiştirmek zorunda olduğumuzdan içimizden duyduğumuz için değişiyor. Elimizdeki dille dünden kalan dille istediğimizi söyleyemediğimiz istediğimiz gibi söyleyemediğimiz için değişiyor. Bu değişme bir bakıyorsunuz hızlanıyor çok kimseleri şaşırtacak başlarını döndürecek kadar hızlanıyor; bir bakıyorsunuz ağırlaşıyor artık duracak sanıyorsunuz. Ama durmuyor. Durdurmak kimsenin elinde değil; durdurabilsek çoktan durduracaktık. Yazarlarımızın çoğu ta başlangıçtan beri bu değişmeye sinirleniyor bu değişmeyi istemiyor. Kimi öfkelenip bağırıyor. Sonra öfkeleneni de eğlenip alay edeni de değişmeye uyuyor dilini değiştiriyor bir gün önce istemediği yeni dille yazıyor.
Türkçe’de yazı dilimizden Arap dilinin Fars dilinin kurallarına göre kurulmuş isim sıfat takımlarının nasıl kaldırıldığını bir düşünün. Yazarlarımız en ünlü yazarlarımız karşı koymak için neler yapmadılar! “Terkipler kalkarsa Türkçe yazı yazılamaz… Dilimiz çirkinleşir…” dediler:
Genç Kalemciler’e ters baktılar saldırdılar. Genç Kalemciler’e yenildi bozuldu ezildi sandık. Bir de baktık ki onların dediği oluvermiş terkipler ortadan kalkıvermiş. Dilimize bir güzellik verdikleri söylenen o terkipler bize bir çirkin görünüverdi!
O kelimeleri atacak olursak birbirimizle anlaşamayacakmışız; yeni kelimeler uydurma imiş kimse bilmiyormuş. Doğrusubiz eski kelimeleri bilmiyoruz da asıl yeni kelimeleri biliyor asıl onları anlıyoruz. Bunu görmek istemiyorlar.
Yazarlarımızın çoğunun yeni dile karşı koymaya kalkmalarının dil için de o yazarlar için de büyük bir kötülüğü oluyor. Dil için de kötülüğü oluyor çünkü yeni dil yazarların yani kendisini asıl kullanacak kimselerin payı olmadan kuruluyor; bu yüzden birtakım zevksizliklerin önüne geçilemiyor. Yazarlarımız için kötü oluyor çünkü yarın onlar küçük düşecekler. Bu dili ister istemez kullanacaklar daha doğrusu isteyerek ötedenberi istediklerini sanarak kullanacaklar.
Bunun böyle olacağına hiç şüphemiz yok. Çünkü bu iş şunun bunun istemesiyle buyurmasıyla olmuyor; bu iş yüz yıldan beri bütün ulusun buyurmasıyla oluyor. Türk topluluğu yeni bir dil arıyor istediğini istediği gibi söyleyecek kafa dili olabilecek bir dil arıyor. Yazarların buna karşı koymaları değil bunu anlayıp o dilin kurulmasına çalışmaları gerekir.


DUMAN/BEHÇET NECATİGİL



Bir dumanla dolmuş dünya Boğucu bir duman El yazması bir kitapta Bir hikaye okudum: 
Bakırcılar bir zaman Bir koca kazan yaptılar. Bakırcılar gece oldu, evlerine gittiler kazan kaldı dükkanda Sabah ola, aşlar pişe Sabah ola, o da gide Bakırcılar gittiler Kazan kaldı dükkanda. 
Kazan bekler Saatler geçer gece Bir büyücü gelir girer içeri Çalıp gider bu kazanı gizlice. 
Issız bir dağ başında Ateş yakar büyücü Yanma ateşim yanma Ateşin elinde mi? İçinde tılsımlı su Kazanım kaynama Kazanın elinde mi? 
Şeytan gelir, sorar Kaynattığın kazana Açlık, ölüm kattın mı? Kattım. Fitne, fesat attın mı? Attım. 
Kazan kaynar Kaynadıkça kara kara Bir duman çıkar Duman gider dağlara. 
Karşı yatan yüce dağlar Eğilin de duman geçe! Dağlar saf, çocuk gibi Kötülük olduğun ne bile? Dağlardan esen rüzgar Dumanı iletin hele! Rüzgar saf, çocuk gibi Kötülük olduğun ne bile? 
Duman aşar dağları Azar azar Şehirlere, köylere Duman uzar. 
Odalara, evlere Duman sızar, Gören gözler görmez olur Duman girer kıvrıla kıvrıla İnsanların kalplerine kadar. 
Göz gözü görmüyor bu zamanda Bu dumanı yok etmenin çaresi Kitap yazmıyor.

AYNA




aynadan bakan benim 
küçük gotamacık 
duvarlardan karşına çıkan 
aynalardan hayalini çalan 
mahabbet olup vücudunu saran 
küçük câriyen 
nigâr-i çîn 
nigâr-i çîn 
bin bir aynada oynar 
ayna ayna içindedir 
nigâr-i çîn 
nigâr-i çînin içinde 
ve zaman 
zamanın dışında 
uzat ellerini küçük gotamacık 
hayal hayal içinde 
dünya bir hayal dolabıdır 
aynalardan geçer 
küçük gotamacık 
çok sürmeden hayallerimiz 
aynaların arkasından geçer 
aynaya bakan benim 
hayal annemin oğlu 
bodhista gotama 
dünyada en güzel şey 
seni buldum 
artık hiç bir şey istemem 
küçük câriyem nigâr-i çîn 
uzat ellerini 
aynaların dışına çıkalım

GÖNÜL FERMAN DİNLER Mİ ?



Kaç zamandır sütten ağzının yandığını söyleyenlerin çoğaldığını görüyoruz. Diyorlar ki: "Artık yoğurdu üfleyerek yemeye karar verdim, artık her önüme gelene âşık olmak istemiyorum. Hayır şaka yapmıyorum, ciddiyim; artık âşık olmayacağım, olursam da seçici davranmaya özen göstereceğim."
Bu sözler bir zamanların: "Gönül ferman dinlemez" ifadesiyle ortaya konan düşüncenin geçersizleştiğini anlatmak üzere söylenmiş gibidir. Gönlün ferman dinlemediğine inanıldığı bir dönemde, insanlar yalnız kendi kendilerine söz geçiremediklerine değil, aynı zamanda ferman sahibinin (kralın, padişahın..) de ona söz geçiremeyeceğine inanıyorlardı. Bunun sebebi, gönlün, kişinin iradesiyle değil ve fakat kendi ihtiyarınca davranacağına inanılmış olmasıydı. Gönlün ferman dinlememesi, onun buyruk altına alınamaz oluşuyla ilgiliydi: gönül, o dönemde, başına buyruk sayılıyordu. Gönül sevmesinde ya da sevmemesinde, aslında "kendi iradesine" bile bağımlı görünmüyordu. O, sevmeye yöneldiğinde, bu yönelim onun kendi kararı ve iradesiyle vuku bulmuyordu: gönül, kendisi de bilmeden ve farkına varmadan, adeta kozmik bir iradeye boyun eğmiş olarak sevmeye yöneliyordu. Durum böyle olunca, insanların: "Ben sevmeye ya da sevmemeye karar verdim" diyebir cümle kurmaları saçmagörünüyordu İnsanlar severlerse, iradeleri dışında severlerdi. Sevgilinin sevene karşı tavrı bu sevginin yönünü ve yoğunluğunu değiştirmeye güç yetiremezdi: gönül sevdiği sürece severdi, dış etkenler sevgiyi etkilemezdi. Çünkü gönül ferman dinlemezdi,
Günümüzdeyse, âşık olma konusunda artık seçici davranmaya kararlı olduğunu söyleyen birisi, gönlüne söz dinletebildiğim iddia ediyor. Acaba gönle, sahiden ferman dinletebilmek mümkün mü? Gönle, "Sev!" deyince onun sevmesi sağlanabilir mi ve "Sevme!" komutu verildiğinde onun bu komuta uyması beklenebilir mi?

Bir şeylerin değişmiş olduğu kesin görünüyor, ama değişen şey aslında nedir? Değişen şey aşkın kendisi midir, aşka yüklenen anlam mı­dır, yoksa insanların gönülden anladığı kavram mı değişikliğe uğramıştır?
Gönlüne söz dinletebileceğini söyleyen birinin bir bildiği olduğunu kabul ederek onun bildiği şeyin ne olduğunu anlamaya çalışırsak, belki bir izah kapısına yol bulabiliriz. Yaklaşık otuz yıl öncesinde: "Ar­tık sevmeyeceğim" diye feryat eden melankolik sesin bize yardımı dokunacağını sanmıyorum. Çünkü o feryat, zahiren öyle söylemek­le birlikte gönlüne ferman dinletmeyi başaramayan bir melankoliği ifade ediyordu. Şimdiyse, böyle konuşanlar, düpedüz ne söylüyorlarsa onu söylüyorlar. Günümüzde: "Artık sevmeyeceğim" diyen birisi, bu suretlekararını ve iradesini beyan etmektedir. Sevmemeye (veya sevmek istiyorsa sevmeye) karar verdiğini bildirmektedir. Böylece, gönlü, onun iradesine boyun eğmektedir. Veya kişi, gönlüne boyun eğdirebilmektedir. Öte yandan insanın davranışlarının, tümüyle onun "bilinci" marifetiyle yönlendirilebilir bir nitelik kazanmıştır, diyebiliriz. Diyebiliriz... Ama acaba insanın fırsatı, insanın ontik yapısı bu iddia­yı doğrular mı?


HAYAT ÜÇ GÜNDÜR




Bulut bulut bembeyaz bir rüyadır çocukluk. Sonraya sadece ha­tırlananlar kalır. Kenarı tırtıklı sararmış fotoğraflardır vesikaları! Ve yakın akraba sohbetlerinde, "Ben çocukken..." diye başlayan bir motif... Büyüklerle beraber sahura kalkma heyecanı... Ama bir türlü iftar gelmez.
Karnı acıktıkça zaman uzar, geçmez olur. Sonra yarım günlük oru­cun bir büyüğe satılışı... Ardından "Bugün yarım oldu ama yarın tam tutacağım..." diyekarar veriş... Daracık tozlu yollarda hayatın birinci günü bitiverir... "Ben çocuk değilim, büyüdüm..." havaları eser...
Gençlik pespembe... Bütün renkler pembenin tonlarıdır... Bırak­tığı iz çocukluğa göre daha çok... Bir dolu heyecan... Vatan kurtarma fasılları... İnsan çocukken gerçeklerden habersiz, gençken gerçekle­rin seyircisi... Ama ne seyircilik!... Hep yüksek perdeden yorumlar: "Ben olsaydım..." diye başlayan. Gerçeği yaşayanları küçük görmek ve tenkid... Gençlik işte... Dünyayı kurtarmaya kalkışan enerjiden böylesi sapmalar beklenmez mi? Ya oruç?... Sokaklarda "Oruç mu­habbeti" vardır. "Ben üç senedir tutuyorum..." veya "Ekrem tutmuyor­muş. Çünkü evde kimse sahura kalkmıyormuş..." Sonra bir teklif: "Haydi top oynayalım..." Bu teklife itirazlar: "Oruçluyuz yahu...", "Za­ten susadım. Bir de oynarsak, dilim bir karış sarkar..." Ama ilk çocuk ısrarlı: "Aaaa, amma da hanım evladısınız. Bir oruç tuttunuz, bayılmadığınız kaldı. Zaten İftara iki saat var. Oyun oynarız, vakit çabu­cak geçer..." Aslında vakit çoktan geçmiştir bu tartışmalarla ve se­vinçli bir koşturmaca başlar evlere doğru... "Anne, ne yemek var?"


Ya sonrası...
Sonrası ömrün üçüncü günü... Gençlikten sonrası yâni... Olgun­luk ve ihtiyarlık diye ayırmaya değmez. En güzel iki gün, çocukluk ve gençlik geçip gitmiş zaten...
Son fasıl ağır... O, gençken hafife alınan gerçek, gelip tokadını atıveriyor. Belli belirsiz bir kambur çıkıyor. Omuzlar hafif çöküyor. Hani insan, elinde olmadan düşünerek konuşuyor. Eee, rastgele ko­nuşmaların faturası adam ediyor adamı... Bir zamanlar şimşekler ça­kan gözlerde alabildiğine derin ifadeler var. "Hayat bu, kolay değil..." İnsanın diline takılıveriyor işte. Her rüzgârın ardından sürüklenen bir yaprakken zaman sizi parselliyor. Sabah sekiz otuz ve akşam altıda otobüs durağının sakinlerinden oluyorsunuz.Ramazan size tatlı tebessümler getiriyor, işten erken çıkıyorsu­nuz çoğu zaman.
Fırına koşturuyorsunuz. Pide için kuyruğa giriyorsunuz. Kuyruk­ta beklerken eve girişinizi hayal ediyorsunuz. Çocuklar ellerinize ba­kıyor. Allah'tan ramazan... Patronunuz ikramiyenizi vermiş. Eve eli­niz boş girmiyorsunuz. Bir hoş oluyor içiniz. Adamlığın keyfi ve hu­zuru sarıyor içinizi...
Ve ömür geçiyor. Hafta sonu tatilleri iki ders arasındaki kısa te­neffüsler gibi...
Yaz tatili mi?


O üçüncü günün sonunda...


ZİRVE TEK KİŞİLİKTİR






Yalnız yaşamanın bir tek amacı vardır sanıyorum; o da daha başıboş, daha rahat yaşamak. Fakat her zaman, buna hangi yoldan varacağımızı pek bilmiyoruz. Çok kez insan dünya işlerini bıraktığını sanır; oysaki bu işlerin yolunu değiştirmekten başka bir şey yapmamıştır. Bir aileyi yönetmek bir devleti yönetmekten hiç de kolay değildir. Ruh nerde bunalırsa bunalsın, hep aynı ruhtur; ev işlerinin az önemli olmaları, daha az yorucu olmalarını gerektirmez. Bundan başka, saraydan ve pazardan el çekmekle hayatımızın boş kaygılarından kurtulmuş olmuyoruz.

ÇALIŞAN DEMİR IŞILDAR




Çalışmak insan için çok faydalı bir eylemdir.Hem insanın zihnini hem bedenini geliştirir.Atalarımızda ''çalışan demir pas tutmaz''diyerek çalışmanın önemini vurgulamışlardır.Fakat günümüzde kimse çalışmaya hevesli değil.Çoğu kişi çıkarcılık peşinde veyahut çalışmadan kazanmak peşinde.Öğrenciler,memurlar,işçiler vs birçok kişi çalışmadan bazı şeyler elde etmeye kalkıyor.Öğrenciler ders çalışmak yerine kopya çekerek,memurlar rüşvet alarak,işçiler işlerden kaytararak...İşte günümüzdeki durum bu.Aslında çalışmak insan için çok güzel bir iştir.Döktüğün alın terinin verdiğin emeğin karşılığını almak insan için çok gurur verici...Bu mutluluğu tadan insanlar çalışmaya daha fazla hevesleniyorlar ve işlerine dört elle sarılıyorlar.Bazen düşünüyorum ben yaptığım işin karşılığını alınca nasıl mutlu oluyorum.Neden insanlar bu mutluluğu tadmaktan yoksun kalıyorlar diyorum.O zaman işin içinden çıkamıyorum...Ama ben şunu biliyorum ki çalışmak insanı olgunlaştırır.Ve bende o olgunlaşmış insanlardan birisiyim..

11 Nisan 2016 Pazartesi

DEĞER



Bir arkadaşımın yıllar önce bana sormuş olduğu soruyu şimdi ben sorayım size: “Karşılığında bütün dünyayı size verseler, iki gözünüzden birini feda edebilir misiniz?” Elbette “Hayır!” olur cevabınız. Zira bazı şeylerin azı, çoğundan daha kıymetlidir. Belki de onların azına az demek bile uygun düşmez.
Fiyat, elimizde olmayan bir şeyin elimize geçmesi için istenen bedeldir. Değer ise, elimizde olana verilen kıymettir. Bir külçe altının fiyatını herkes bilebilir, fakat külçe altının kıymetinin ne olduğunu veya niye değerli olduğunu bir sarraf en iyi bilir. Günümüz dünyasında fiyatı belli ama değeri bilinmeyen, ya da değerli zannedilerek yüksek fiyatlar biçilen pek çok insan var. Televizyon ekranlarında, sosyal medyada, siyasette, spor camiasında, sanat dünyasında bunlardan bolca görmek mümkün.
Aslında hayatta her şeyin değeri duruma ve kişiye göre farklılık gösterir. Bir varlığın daha değerli olduğunu düşündüren, bizim ona olan ihtiyacımızın derecesidir. Fiyat ise, o varlığı alabilecek ederdir. Söz gelimi, normal fiyatı 50 kuruş olan bir şişe su, depremde göçük altında sağ kalmış ve kurtarılmayı bekleyen biri için dünyanın en değerli varlığıdır. Aynı şekilde, birisiyle yediğiniz yemeğin fiyatı genellikle fiyat listesinde yazdığı için bellidir, fakat yemeği yediğiniz kişiye ve ortama göre yemeğin değeri farklılık arz edebilir.
Bununla ilgili şöyle bir anekdot anlatılır:
Bir gün Avrupa’nın sanat merkezi olmasıyla ünlü kentlerinden birinde gezen çocuğun biri, vitrinde çok hoş bir tablo görür. Çocuk bu tabloyu abisinin doğum günü için almak ister ve bir iş bulup kıt kanaat geçinerek biriktirdiği tüm para ile mağazaya gider. Tabloyu bir süre yakından izledikten sonra resmi yapan sanatçıyı bulur ve:
“Abimin doğum günü için bu resmi satın almak istiyorum, tüm param da bu kadar” der.
Ressam resmi paketler ve satar. Çocuk paketini alır ve teşekkür ederek çıkar. Mağazada sanatçının arkadaşları da vardır ve şaşkın şaşkın sorarlar:
“Sen ne yaptın! O resmin değeri milyonlar ederdi. Neden bu kadar cüzi bir rakama sattın?”
Adam cevap verir:

“Evet ben bu resme milyonlarını verecek bir sürü insan bulabilirdim, ancak tüm servetini bu resme verecek kaç kişi bulabilirdim?…”
Bir şeyi herkes isteyebilir, ama onun gerçek değerini yalnızca tek kişi bilir. Bu yüzden onu hak edene, yani ehline vermek gerekir. Aksi takdirde, o şeyin kıymeti tam anlamıyla bilinemez.
Hayatta bazı kişilerin değeri nedense hep onları kaybedince anlaşılıyor. Ömrü boyunca halka ve Hakka hizmet için gayret eden insanların cenaze törenlerinden sonra genellikle “Vah, vah, ne iyi insandı; kıymetini hiç bilememişiz” şeklinde nice yakarışlara şahit oluruz.
Oscar Wilde ne güzel söylemiş değil mi? “Günümüzde insanlar her şeyin fiyatını biliyor, fakat hiçbir şeyin değerini bilmiyorlar.”
Çağımızın materyalist bakış açısıyla tüm kıymetlere fiyat biçmekten vazgeçmeli, değeri ön plana çıkaran ve manevi değeri ile varlıkları anlamlandıran bir bakış kazanmalıyız. Fiyatı çok yüksek olduğu halde Allah ve kullar katında değersiz o kadar çok eşya var ki… Her şeye bir fiyat biçme ve onun gönül ve fikir dünyamızdaki yerine o fiyata göre karar verme hastalığından kurtulmalıyız. Galiba fiyatlandırılamayacak kutsal ve kültürel değerlerimizi göz ardı ediyor ve “bir varlık ne kadar pahalı ise, demek ki o kadar değerlidir” gibi yanlış bir mantık üzerinden işlem yapıyoruz

BAKIŞ AÇISI




Herhangi bir olay, varlık ve insan karşısında, hali hazırda sahip olduğumuz dünya görüşü, hayat tecrübesi, yaş, kültür, meslek, cinsiyet, yer ve ruh haline göre aldığımız algılama, ve yargılama biçimine “bakış açısı” denir. Çevremizde gelişen sıra dışı olaylara ve bizden farklı yaşayan insanlara karşı önyargılarımızı kırmak için, öncelikle farklı bir bakış açısına sahip olmamız gerekir. Ancak olaylara at gözlüğüyle değil de, farklı yönleriyle geniş bir zaviyeden bakabilmek göründüğü kadar kolay değildir. Sözgelimi trende giderken üç evladının yanında oturan bir baba, sürekli ağlayan çocuklarına hiç “Susun!” demeden yolculuğa devam ettiğinde, siz ona içinizden “ne gamsız adammış ya” diyebilirsiniz. Fakat sorunca anlarsınız ki, bir saat önce o çocukların anneleri ölmüştür ve hastaneden eve dönüyorlardır. Aynı şekilde çok önemli bir toplantıda cep telefonuyla yüksek sesle konuşan bir kişi garibinize gidiyorsa, zihninizde çizdiğiniz haritayı değiştirmeden onu değerlendirdiğiniz için yanılıyor olabilirsiniz.
Bir konferansta Prof. Stephen Covey’in konuşmasını dinlemeye gelen annesi, arka sırada oturan iki kişinin toplantı boyunca sürekli konuştuklarını görünce öfkelenmiş ve oğlumu küçümsüyorlar diyerek çok üzülmüş. Yemek molasında oğluna “şunların kafasına çantamı indirensim geliyor” demiş. Oğlu “anne o adam Polonyalı, burada eşzamanlı tercüme yok, mecburen tercümanı yanına oturttuk” demiş.
Havaalanında aktarma yapmak isteyen yaşlı bir kadın, uçağının 2 saat gecikmeli olduğunu öğrenince, birkaç dergi ve bir kutu kurabiye alarak bekleme salonuna geçmiş. Yanındaki sehpaya da dergileri ve kurabiye kutusunu bırakarak okumaya dalmış. Bir ara yanındaki koltuğa oturan bir adamın sehpadaki kurabiye paketini açıp yemeye başladığını fark etmiş. Kurabiyelerin kendisine ait olduğunu hissettirmek isteyen kadın, adama dik dik bakmış. Hatta canı o an istemediği halde, kutudan bir kurabiyeyi ağzına atmış. Herhalde kurabiyelerin sahibinin kim olduğunu artık anlamıştır diye düşünürken, adam bir tane daha ağzına atmaz mı! Hemen kadın da bir tane daha atmış ve bir yarışma başlamış… Adam bir tane, kadın bir tane derken, sonuçta kutuda tek kurabiye kalmış, adam onu hızlıca kaparak ortadan bölmüş ve gülerek kadına ikram etmiş. O sırada, kadının uçağının alana indiği anonsu duyulmuş ve işlemler için kadın bankoya gitmiş. Pasaportunu çıkartmak için çantasını açtığında, bir de ne görsün; kendi kurabiye paketi hiç açılmamış olarak çantasında duruyor. Meğer az önce, adamın kurabiyesini yiyormuş…
Başkalarının düşünce ve davranışları hakkında hüküm verirken, elimizdeki veriler çoğu zaman yeterli olmuyor. Ne yazık ki çoğu zaman etrafımızdaki insanların davranışlarının nedenini bilmeden onlar hakkında çok yanlış yargılara varabiliyoruz. Bazı psikologlar bu durumu “aynı bilgiye farklı bakış, bizim davranışlarımızı belirler” şeklinde özetliyorlar. Buradan yola çıkarak çözemediğimiz sorunlar için, zihnimizdeki şartlı düşünceleri değiştirmenin gereğini de vurgulamış oluyorlar aslında. Einstein’ın bu konuyla ilgili şu sözü oldukça etkileyici: “Karşılaştığınız sorunları, o sorunların ortaya çıktığı düşünce düzleminde kalarak çözemezsiniz.”
Olaylara farklı zaviyeden bakmakla ilgili çok güzel bir hikâye anlatılır:
Bir ırmağın bu yakasında bir adam, karşısında da bir adam varmış. Irmak geçilmesi zor bir ırmakmış. Bu yakasındaki adam karşı taraftakine seslenmiş:
“Hey! Karşıya nasıl geçebilirim?”Karşıdaki adam hayretle:“Ne lüzûmu var, sen zaten karşıdasın” demiş.

Çözümsüz gibi gördüğünüz sorunlarla ilgili bakış açınızı değiştirmek oldukça önemlidir. Aslında hayatımızı, başarımızı, mutluluğumuzu belirleyen bizim kendi davranışlarımızdır. Çünkü başımıza gelen olaylar ile onlara verdiğimiz tepki ve yanıtlar arasında geniş bir hareket alanı vardır…

Çoğumuzun zaman zaman yaptığı gibi, “sorunların içinde kaybolmak” yerine, zihnimizdeki ön koşullu yargıları değiştirmeye gayret etmeliyiz. Zira sorunlara farklı biçimde yaklaşabilenler, o sorunu aşma sansını da yakalıyorlar. Zaten sorunlarımızı dostlarımızla veya sevdiklerimizle paylaşmamızın nedenlerinden biri de, farklı bir bakışın bize farklı davranabilme kapısı aralama ihtimali değil midir?
Bakış açınızı doğru ayarlama konusunda biraz kafa yorduğunuzda hayatınızda çok önemli bir yer kapladığını göreceksiniz. Çünkü her şey bizim bakış açımız ile doğru orantılıdır. Bir insan kendi bakış açısına göre âşık olur, mutlu olur, acı çeker veya yalnız kalır. “Nasıl bakarsan, öyle görürsün!” bu durumu anlatan en sade sözdür. Yaşadığımız bir olayı, başımıza gelen herhangi bir şeyi, birinin bize söylediği bir sözü nasıl algılarsak ona göre tepki veririz. Yani herhangi birinin bize söylediği bir söz üzerine mutlu olmak, üzülmek, alınmak ya da sinirlemek tamamen bizim bakış açımız ile alakalıdır.


GECE VE GÜNDÜZ




Gecenin bağrından çatlarcasına doğar güneş ve günün ilk ışıkları aheste aheste düşer arza. Seher vaktinin aydınlığı kucaklar karanlığın sessizliğini. Gündüz öylesine cömerttir ki neredeyse bütün vaktini bizle değil, başkalarıyla geçirir. Gece ise gündüzden daha çok bize aittir. Yalnızlığın ve gerçeğin tek adresidir gece. Gece, sükunetiyle ve sessizliğiyle gündüzden daha çok şey anlatır. 

Sessizlikteki en ufak çıtırtının duyulması gibi, gecenin sustuğu her an, aslında bir cümledir. Gecenin sırrına kömür ruhlu yürekler vakıf olamaz; kalp gözüyle hakikati görebilen ve hissedebilen bir insan için ise gece elmas gibi parlaktır. Gece namazının eşsizliği ve derecesinin yüksekliği de bundandır. Gece dürüst, vicdan sahibi, şükreden, yaralı yüreklerin dostudur. Gecenin kapıları şükretmeyen, vicdansız, kibirli, yalancı yüreklere hiç açılmaz. Zahiren karanlık görünse de, aslında aydınlık olan gündüz değil, gecedir. Zira, gece yalnızca onun farkında olabilen gönül dostlarına aittir.